SAĞLIK EĞİTİMİTıp Etiği

“İŞ AHLAKI” AÇISINDAN TIP: NEREDEYİZ? NEREYE GİDİYORUZ?

Özet

İnsanların yaşamlarını sürdürmek için gerçekleştirdikleri ve üretimleri sonucu geçimlik bir para edindikleri etkinliklerdir işler. Bilgisel ya da teknik içeriği ile bu mesleği yapma yetkinliğine ulaşma yolları ne denli farklı olursa olsun, mesleklerini uygularken profesyonellerin sergilemeleri beklenen belirli davranış biçimleri bulunmaktadır. Bu “formlar” mesleklerin kendi özgün yapılarıyla, ortaya çıkış zamanları ile ve belki bir anlamda onların tarihsellikleriyle de bağlantılı biçimlerdir. Okuyacağınız yazı, günümüzde tıbbın bir meslek uygulaması olarak sergilediği görünümün “iş ahlakı” gibi bir payda temelinde düşündürdükleri üzerinedir. Bugünün tıbbını tanımlamaya çalışmak devasa bir bilgi birikimini, aynı zamanda teknolojiyi, bir o kadar yoğun “sanatsal” yaklaşımı ve iletişim becerileri yumağını da kastedmek demektir(10). Bilimsel bilgi birikimi açısından tıp; içeriğini büyük bir hızla katlayarak, neredeyse logaritmik boyutlarda arttırmakta olan bir alandır ve aynı zamanda yoğun teknoloji kullanımına açık bir alandır. Bu yazı çerçevesinde tıbbın bilimsel bilgi üretimi ile ilgili yanı ile koruyucu hekimlik bağlamları yazıyı çok genişletmemek kaygısı ile kapsam dışında tutulmuştur. Dolayısıyla; “iş ahlakı” açısından tıp dendiğinde burada kastedilen tedavi edici tıbbın ya da geleneksel “bir hekim – bir hasta” ilişkisinin günümüzde sergilediği görünümler bağlamındaki tıptır. Yine aynı noktadan hareketle, hangi tür hekim davranışının “ahlak dışı” sayıldığı ile ilgili örnekler tabip odalarının onur kurulları perspektifinden gündeme getirilecektir.

Uygulamalı bir etkinlik olarak tıp ve “güven” üzerine

“Tarih öncesi çağlarda, ormandan yükselen ilk ağrı çığlığı, hekimi davet eden ilk çağrı idi

” Hekimin insanla doğrudan bağlantılı bir mesleği vardır. Bu bağlantı adına “insan” denen varlığın sergileyebileceği tüm umulmadık, tüm sıradışı görünümlere bir profesyonel olarak muhatap olmayı gerektirecek bir yoğunluk taşımaktadır. İnsan biyolojisinin gerektirdiği çeşitli durumlar; örneğin; temelde fizyolojik ve doğal bir olay olmakla birlikte günümüzde çokça tıbbileştirilmiş olduğu düşünülen doğum için, hastalık denen evrensel olgunun pençesine aldığı her bir birey için, travmaya maruz kalan her insan için…, hekim mesleki bilgi ve becerisi nedeniyle kendisine yakın bulacağı bir profesyoneldir. Zaaflarımızı, kimseye belki kendimize bile görünmek istemeyeceğimiz ve başka kimsenin bilmesini istemeyeceğimiz yanlarımızı… hemen sadece hekimlerle paylaşmaya yanaşırız. Hastalık durumları, nedeni ne olursa olsun; kendimizi zayıf ve yardıma muhtaç saydığımız ya da öyle duyumsadığımız durumlar değil midir? Ve bu durumlarımızı görmesine / tanık olmasına izin vermemize yol açan etken, hekimlerin bize verdiği “güven duygusu” değil midir?

Tıp, kuşkusuz, tek boyuta indirgenemeyecek kadar çok yönlü ve içrel zenginliği olan bir etkinliktir. Onu bir meslek olmanın ötesinde, uygulamalı bir bilim, aynı zamanda bir sanat, aynı zamanda bir alt- kültür… olarak da görmek mümkündür. Tıp alanı tarihsel evrimi içerisinde çeşitli boyutları ile ve çeşitli nitelikleriyle tanımlanmış ve adlandırılmıştır. Önceleri içgüdüselliğin ön planda olduğu tıp uygulamasında, bir zamanlar mistik niteliklerle bezeli ve hekimlerin aynı zamanda din adamı niteliği taşıdıkları dönemler de yaşanmıştır. Ardından tıp uygulamasının laik bir yapıya büründüğü, hekimlerin dinsel öğelerden sıyrıldığı ve gözleme dayalı ( ampirik) yaklaşımların geçerlik kazanmasıyla da akılcı ( ussal ) hekimliğe yönelik adımların atılmaya başlandığı görülebilir. Ve bugün nihayet bilimsel – deneysel bakışın egemen olduğu bir yaklaşım tıptaki genel eğilimi oluşturmaktadır.

Tıbbın evrimsel gelişiminde karşımıza çıkan her bir dönemin kendine özgü karakteristikleri vardır kuşkusuz. Hekim kimliği de buna koşut olarak değişiklikler göstermiştir. Ancak hangi dönemde bulunuyor olsak da, bu kimliğin çekirdeğinde ne olursa olsun vazgeçilemez bir takım öğeler bulunmak zorundadır. Bu öğeler her hekim için onun cinsel, yöresel, etnik, ulusal, dinsel ve ideolojik alt bölümleri de bulunan kişisel kimliğinin ötesindeki bir “meslek kimliği”ni tanımlamaktadır(15). Hekimin davranışını belirleyen de, onun kişisel kimliğinin çatışmaya düştüğü durumlarda bile, mesleki kimliğinin işaret ettiği ve de güvencesi olduğu değerleri öne çıkarıp çıkaramamasıdır . Hekimi “güvenilir” kılan ve buna dayalı olarak da tıp kurumunu binlerce yıldır “ayakta” tutabilen temel dayanak noktası da, hekim kimliğine gölgesini düşüren insancıl ve bir o kadar da evrensel bir kimliğin içeriğinde saklı olsa gerektir. Bir kurum olarak tıbbın, hangi özelliklere sahip profesyonelleri kendisinden sayacağı ve “hekim” kabul edebileceği ile ilgili belirlenmiş / kristalize olmuş ilkeleri binlerce yıldır bulunmaktadır. Bir lonca işleyişinde ve kendi içine dönük bir meslek özelliği taşıdığı Hipokrat döneminden bu yana, onun adıyla bilinegelen hekim andları da , tıp kurumunun kendinden saydığı profesyonellerden toplum önünde “dürüst”, “güvenilir” olma, “sır saklama”, “insan kişiliğine saygı duyma” ve “ayrımcılığa karşı durma” sözünü alması değil midir? Bu, törensel öğeleri son derece ön planda olan and olgusunda, tıp kurumunun her bir yeni profesyoneli üzerinden, aslında kendi varlığını güvenceye alma kaygısı bulunmamakta mıdır? Hekimler bu ritüelik bağlamda, tüm potansiyel hastalarına “bana güvenebilirsin, mesleki bilgi ve becerimi senin iyiliğin için kullanacağım” sözünü vermektedirler(9).

Hekim – hasta ilişkisi tıbbın evrimi boyunca değişikliğe uğramış, farklı görünümlere bürünmüştür. Bu farklı görünümlerden birisi; hekimin etkin ve hastanın ise bütünüyle edilgin olduğu “etkinlik – edilginlik” türü bir ilişki biçimidir. Bir ikincisi; hekimin hastasına uyması gereken kuralları ve yapması gerekenleri söylediği, daha doğrusu öncelikle hekimce belirlenmiş bir stratejiyi hastanın uygulayageldiği bir ilişki biçimidir. Bu “yol gösterme – işbirliği etme” olarak adlandırılmaktadır. Hekim – hasta ilişkisinin üçüncü ana biçimi ise hekimin bir profesyonel olarak hastasına yardımcı olduğu, onun hastalık sürecinde karşılıklı katılma biçimindeki “paylaşımcı” ilişki biçimidir. Özellikle tedavi edici hekimlikte, bir başka deyişle hekim – hasta ilişkisinin temelini oluşturduğu bir düzlemde bu ilişkinin güven temeline dayanması gerektiği açıktır. Günümüzde paternalist bir ilişkiden, hekimin yol gösterici olduğu ve hekimin hastasıyla “paylaşımcı” bir ilişkiyi sürdürebildiği bir hekim – hasta ilişkisine gidildiği görülmektedir. Toplumların kendi sosyokültürel özelliklerinin hekim – hasta ilişkilerinde de başlıca belirleyicilerden biri olduğu, örneğin bu bağlamda ülkemizde de daha sıklıkla, hastanın edilgin olduğu “paternalistik” bir ilişki türünün ortaya çıktığı ve üstelik bu tür bir ilişkinin hem hastalar, hem de hekimler tarafından genelde benimsenerek uygulandığını gözlemlemek mümkündür(13).

Yukarıda da dile getirilen hekim – hasta ilişkisinin üzerine inşa edildiği güven öğesinin, zaman içerisinde yerini kayıtsız koşulsuz bir güven yerine “aydınlatılmış onam” kavramına bıraktığını söylemek mümkündür. Bu durum, başta tüm insanlık adına utanç eylemleri olan Nazilerin uygulamaları gibi çeşitli etkenler nedeniyle, güven temelinin sarsılmasına dayanmaktadır. Bir başka deyişle günümüzde “hekimin hastası adına en iyiyi yapacağı” düşüncesi yerini “hastanın kendi bedenine ve kendi sağlığına ilişkin en doğru kararı vermek için gerek duyacağı bilgiyi hekimin hastasına vereceği” düşüncesine dönüşmüştür. Günümüzde tıp uygulamasında aydınlatılmış onam kavramı son derece merkezi bir konumda bulunmaktadır. Hastanın hastalığına ve buna yönelik tedaviye ilişkin yeterince bilgi almasından sonra, kendisine uygulanacak tedaviler hakkında rıza göstermesi biçiminde özetleyebileceğimiz aydınlatılmış onam kavramı ile birlikte, hem hekimin etik ve hukuki sorumlulukları yeniden gözden geçirilmeye başlanmış; hem de bu tür bir paylaşımcı ilişkinin egemen olduğu hekim – hasta ilişkisi türünde hekimlerin otoriter ve paternalist bir figür olmaktan vazgeçerek hastanın kararına saygı duymak zorunda oldukları konusu gündeme gelmiştir ( 13) Ancak yine de, son çözümlemede, etik adına dile getirilen ilkelerden “özerklik ilkesini”, bu ilişki biçimini yorumlarken sadece tek yönlü bir biçimde hastanın özerkliği olarak algılamak, hekimin özerkliğini hiç hesaba katmamak gibi bir ön kabulü, her zaman ve her koşulda geçerli sayabilir miyiz? Günlük yaşam; hekimlerin karşısına onları ikilemlere düşüren öyle özel ve sıradışı durumlar çıkarmaktadır ki, hekimler açısından karar verme sürecinin hiç de kolay işlemediğini; ancak “hastanın iyiliği”ni gözetmek gibi bir temel varsayımın ana çıkış noktası olarak alınabileceğini söylemek mümkündür.

Neden hekim olmayı seçiyoruz?

Bir mesleğin neden seçildiği sorusuna verilen yanıtlar birden fazla sayıda ve çok farklı boyutlarda olabilir şüphesiz. Dönemsel olarak farklı mesleklerin “gözde” olduğunu ve bu revaçta oluştan kaynaklanan “iyi meslekler”, “iyi olmayan/ kötü meslekler” ayrımının yapıldığına hepimiz tanık olmuşuzdur. Bu bağlamda vurgulanması gereken noktalardan bir diğeri de, “bir mesleği iyi yapmak ( ya da bir mesleği gerektiği gibi icra etmek) yerine hep peşinden gidilen “iyi meslek” kavramının cazibesidir. Dolayısıyla bir çok genç için kendi yetenekleri, yaşama bakış açısı, kişisel ve toplumsal beklentileriyle, bireysel özellikleriyle uyumlu bir biçimde belirlenebilecek bir meslek seçmek yerine, “a la mode” meslek o dönemde ne ise onun peşine takılındığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle zaman içinde farklı mesleklerin bir dönem kimya mühendisliğinin, tıbbın, bir dönem elektronik ve bilgisayar mühendisliklerinin, bir dönem işletmeciliğin gözde meslekler olarak tanımlandıklarını yaşadık / yaşıyoruz. Bu bağlamda yapacağımız saptamalardan ilki günümüzde tıbbın gençler açısından “gözde mesleklerden birisi olmadığı” yönünde olacaktır. Bireysel tutumların sosyal psikolojinin bilimsel araştırma yöntemleriyle ortaya konulabileceği temel yaklaşımıyla tasarlanan çeşitli çalışmalar bulunmaktadır. Tıp fakültesinin ilk sınıfındaki öğrencilerle yapılan araştırmaların belirlediği saptamalar; öğrencilerin genelde “idealist” hedeflerle tıp mesleğine yöneldiklerini, ancak daha sonra idealizmin bu mesleği yürütmek için uygun olamayacağı görüşüyle fakültenin 4. Veya 5. Sınıflarına geldiklerinde idealizmden vazgeçtiklerini göstermektedir ( 6,17). Bu noktadan hareketle tıp fakültelerine girişte belirli kişilik özelliklerine sahip öğrencilerin seçilmesini öneren, bu özelliklere sahip olmayan öğrencilere ise tıp eğitimi alma yolunun hiç açılmaması gerektiğini dile getiren görüşler de bulunmaktadır. 1988 yılında yapılan bir çalışmada “insanları sevme ve yardım etme isteği” % 40.4, “hekimliğin şerefli bir meslek oluşu” % 24.6 gibi bir oranda öğrencilerin tıp fakültelerini seçmesinde başlıca motivasyonlar olarak belirlenmiş; aynı öğrencilerin amaç değerler skalasının başına “kendine saygı” gibi bir ilkeyi yerleştirmiş olması da yaşama bakış açıları konusunda fikir vermek üzere anlamlı bulunmuştur. Daha düşük motivasyonla tıbbı seçen öğrencilerin ise, ki genelde tercihleri mühendislik dallarına olup yeterli puan tutturamadıkları için tıp fakültesinde okumaktadırlar, daha pragmatik değerlere sahip oldukları belirlenmiştir(3).

Nasıl bir eğitim alıyoruz ve etiğin bu süreçteki yeri

Ülkemizde tıp eğitimine ilişkin eleştirel bir süreç, uzun bir zamandan beri işletilmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ nde oluşturulan bir komisyonca 1991 yılında hazırlanan “Türkiye’ de Tıp Eğitimi” başlıklı çalışma, bir durum değerlendirmesi yaparak tıp fakültelerinde verilen eğitimin ülke gereksinimlerine uygun olmadığını, ayrıca niteliksel olarak da pek çok gedik bulunduğunu saptamıştır. Ancak 1990 sonrasında 22 tane yeni tıp fakültesinin açılmasına onay veren de TBMM iradesi değil midir? Bu ne yaman çelişkidir ki, var olan fakültelerde verilen eğitimi mercek altına tutmuş, karşılaştığı manzarayı beğenmese de bunu dikkate almamış ve neredeyse varolan fakülte sayısınca yeni fakültenin altyapı eksiklerine karşın açılmasını benimseyebilmiştir.

Türk Tabipleri Birliği’ nin önce 1997 ve ardından 2000 yılı Mezuniyet Öncesi Tıp Eğitimi Raporları’ nda yapılan durum değerlendirilmesi ile ulaşılan sonuçlardan birisi Türkiye’ de bilimselliğe dayanmayan ve genelde politik gerekçelerle tıp fakültelerinin açıldığı, kar amacı güderek eşitsizlikleri arttıran, adil olmayan biçimde düşük puanlarla öğrenci alan, yerleşik tıp fakültelerinin özellikle temel bilimlerde insangücü kaynağını azaltan özel tıp fakültelerinin açılmasına onay verilmekte oluşudur(11, 12). Tıp eğitiminin hem içerik, hem de yöntem olarak ülkenin sağlık politikasından kaçınılmaz bir biçimde etkilendiği açıktır. Böylece sağlık ocaklarına dayalı bir sevk sistemi geliştirilmemiş olduğu, özel sağlık sektörünün denetimsiz olarak yaygınlaşması, kamu sağlık sektörünün önemsenmemesi, tıp eğitimini içerik belirlemeksizin, eğitimin veriliş yöntemine kadar tüm açılardan olumsuz biçimde etkilemektedir. Sağlık politikalarındaki olumsuzluklar bir yandan ülkenin nasıl bir hekim tipine gereksinim duyduğunu belirlemeyi zorlaştırırken, uzmanlaşmayı da hekimlerin önünde tek seçenek olarak bırakmaktadır. Tıp eğitimine yeterince kaynak ayrılmamakta, fakülteler kapasitelerinin üzerinde öğrenci alırken, öğrenci başına yapılan harcamalar da giderek azalmaktadır. Tıp eğitim programları dinamik olarak biçimlenmeli, sık sık değerlendirilmelidir. Çok ayrıntılı bilgiler vermek yerine, tıp öğrencisine “Öğrenmeyi öğretmek” tıp eğitiminin temel işlevi olmalıdır. Öğretim elemanlarının özlük haklarının iyileştirilerek tam zamanlı çalışmalarının özendirilmesi gerekmektedir(2, 11, 12).

Tıp eğitiminin yoğun bilgi yükü karşısında, hekim adayının giderek mekanikleşen, insancıl özelliklerinden de çok şey yitiren bir etkinliğin uygulayıcısı olmaya başladığı, hastasını dinlemeyen ona ve genelde toplumuna yabancılaşan bir profesyonel olduğu saptanmaktadır(15). Bu saptama dolayısıyla tıp eğitiminin mesleki değerler ve iletişim becerileri ile ilgili yönlerinin büyüteç altına alınmaya, hekimlerin günlük uygulamada yaşanan değer sorunlarının farkına varmalarını sağlayacak bir eğitim biçimine gereksinim duyulduğu açıktır (8).

Tıp fakültelerinin olması gereken donanımdan oldukça uzakta bulunduğu bir noktada, aynı noksanlarla bezeli tablo tıp etiği ve deontoloji konusunda da geçerlidir. Fakültelerin % 55’ inde bu konuların sorumlusu olabilecek bir anabilim dalı bulunmamakta, dersler farklı uzmanlık alanlarındaki akademisyenlerce yürütülmektedir; varolan eğitim de eleştirel bir bakışla değerlendirildiğinde amaca uygun olmadığı, içerik ve yöntem açılarından da birbirinden oldukça farklara sahip bulunduğu görülmektedir( 4, 12).

Dünya Hekimler Birliği’ nin 51. Genel Kurulu’ nda “Tıbbi Etik ve İnsan Hakları Konularının Tüm Dünyada Tıp Fakülteleri Müfredatına Alınması Kararı” alınmıştır.

Tel Aviv’ de Ekim 1999’ da toplanan DHB bu kararını şöyle maddeleştirmiştir:

1. Tıbbi Etik ve İnsan Haklarının tıp mesleğinin kültür ve işinin bir parçası olması,

2. Tıbbi Etik ve İnsan Hakları konularının, DHB’ nin tarihi, yapısı ve amaçlarının bir parçası olması nedeniyle,

3. DHB’ nin tüm dünyadaki tıp fakültelerine; Tıbbi Etik ve İnsan Haklarını zorunlu bir ders olarak müfredatlarına almalarını kuvvetle önermesi kabul edilmiştir.

Aydın hekim olma hakkı üzerine

“ubi sunt tres medici, ibi sunt duo athei”

Hekim kimliği tıp fakültelerine adım atmayla başlayan, yorucu ve oldukça zahmetli bir öğrenim sürecinde biçimlenen bir kimliktir. Tıbbın evrimsel gelişimi boyunca hekimleri bir çok kez toplumsal hareketlerin önünde bulma gerekçelerinden birisi, onların “aydın” özelliklerinin ön planda olmasıdır. Bu durumu, örneğin Batı Ortaçağı’nda hekimleri dinsiz kategorisinde tanımlayıp, onlara yönelik suçlayıcı bir tavırla karşımıza çıkan kilise mantığında açıkça görmek mümkündür . Hekimlerin toplumsal, siyasal …hareketlerin başlatıcısı, yönlendiricisi ya da biçimlendiricisi olduğu tarihsel ya da güncel örnekler, kuşkusuz ülkemizden de verilebilir. Hekimler açısından “aydın kişi olma”nın ne gibi rasyonelleri bulunabilir? Bir biyolojik süreç olarak, insanoğlunun gelişiminin hemen her aşamasına nedeniyle, nasılıyla egemen olmaktan ya da bunu bilmekten kaynaklanan bir “üstünlük” mü; yoksa bilginin getirdiği kaçınılmaz “sorumluluk” mu söz konusudur? Yoksa geleceği kurmanın, güven ve sürekliliği sağlamanın tanrısal ya da belli toplumsal düzene sıkı sıkıya bağlamak yerine, insan zekasının özgür etkinliğinde aramak gibi bir anahtara sahip olunduğu bilinci midir kişiyi aydın yapan ?

Ya da “aldanmamak ve aldatmamak için gereken düşünsel titizliği gösterebilenler” midir bu tanımlamayı hak edenler? Hangi temellendirmeyi kabul edersek edelim, bir aydın kimliğinin yeşerebilmesi ve beslenebilmesi için gerekliliği öngörülen koşullara sahip olmayı ve bunların sürdürülmesini istemek de, mesleki açıdan bir hekim hakkı olarak görülmelidir(5).

Bu bağlamda aydın kişi olabilmeyi doğrudan etkileyecek somut koşullar üzerinde durmak bir zorunluluk olsa gerektir. Her alanda olduğu gibi, bilgi ve emek yoğun bir insan etkinliği olan hekimliğin de elbette bir ücret karşılığı olmalıdır. Cumhuriyet’ in kurulmasıyla birlikte başlayan ve 1938’ e kadar süren dönemde, hekim ücretlerinin müsteşar düzeyinde belirlenmiş olduğunu ilginç bir saptama olarak belirlemek durumundayız. Bugün ülkemizde sayıları 80 bini bulan hekimlerin % 60 kadarının, kamu alanında çalıştığını göz önüne alırsak, 400 – 600 USD karşılığı aylık ücretlerin, hekimlerin belirli bir akademik, bilimsel düzeyi yakalamaları ve aydın kimliğini sürdürebilmeyi sağlamak için yeterli olmadığı açıktır.1990’ dan günümüze kadar tüm kamu çalışanları içinde ücretleri en az artan meslek grubu hekimliktir; hemşirelik ve öğretmenlik de ikinci ve üçüncü sırayı almaktadır. Hekimlere yönelik uygulanmakta olan düşük ücret politikası onları ikinci, üçüncü işler bulmaya; aşırı uzmanlaşmaya, biyolojik sınırlarını zorlama pahasına fazla mesaiye , nöbete kalmaya …ve benzeri bireysel çıkış yolları bulmaya yöneltmektedir. Bunun birtakım olumsuz sonuçları bulunmaktadır; Kamu alanında verilen sağlık hizmetinin ve tıp eğitiminin aksaması, motivasyonun düşmesi, verimliliğin azalması yanı sıra etik dışı çözümlere başvurulması da bunlardan ilk akla gelenleridir. Aslında temeldeki en önemli sonuç “hekim emeğinin ucuzlatılmış olması” değil midir? Böylece hem kamuda ve hem de tüm aldatıcı görünümüne karşın özel sektördeki hekim ücretlerinin düşük tutulması söz konusu olmaktadır(5).

Uygulamadan kimi örnekler

Tıp uygulaması kendini farklı biçimlerde ortaya koyabilen, farklı görünümleri olan bir uygulamadır. Günümüzde akademik ortamdaki tıp uygulayıcılarının hem sağlık hizmeti üretmek, hem araştırma yapmak hem de tıp eğitimini yürütmek gibi üç yönlü bir işlevleri vardır. Benzer tablo eğitim veren devlet hastanelerinde de bir ölçüde geçerlidir. Ancak hekim olmak ortak paydası temel alınınca “sağlık hizmeti üretmek” dışında kalan etkinliklere burada yer verilmeyecektir. Dolayısıyla eğitim ve araştırma boyutlarında yaşanan sorunlar ile bu boyutların etik açıdan ele alınması bu yazının konusu değildir.

Burada, günlük tıp uygulamasında karşılaşılan ve hekim odalarının onur kurullarınca tartışılarak sonuçlandırılan olaylar üzerinden örnekler verilecektir. Bugün hangi hekim eyleminin deontolojik ve daha geniş anlamda da etik açıdan bir suç ya da en azından olumsuz bulunduğuna ilişkin Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi (TDN) elimizdeki tek çıkış noktasını oluşturmaktadır. Söz konusu metin 1960 tarihlidir ve dolayısıyla ülkemizin 50’ li yıllarının tıp anlayışını yansıtmakta, hemen sadece muayenehane hekimliğini ve dolayısıyla tedavi edici tıbbı eksenine almış ve doğal olarak hekim – hasta ilişkisini de paternalist biçimde tanımlayan bir yaklaşıma sahiptir. Bugün günlük tıp uygulamasında karşılaşılan ve “etik dışı” kabul edilen kimi durumların TDN’ de yeri yoktur, böyle durumlarda tüzük açıkça yetersiz kalmakta, “olsa olsa…” mantığı ile var olan maddelerin ruhunun işaret ettiği varsayılan biçimde çözüm üretilmeye çalışılmaktadır. Özellikle 80’ li yıllardan başlayarak TDN’ nin güncelleştirilmesine yönelik dileklerin söz konusu edildiğini ve bu yönde TTB’ nin belirgin bir çaba içerisinde olduğunu gözlemlemek mümkündür.

Ankara Tabip Odası’ nın hekimler hakkında 1995 – 96 yıllarına ait soruşturmalarıyla ilgili bir araştırmada, açılan soruşturmaların şikayet sahiplerini en fazla (%31 oranında) hasta ve hasta yakınları grubunun oluşturduğu saptanmıştır (14). Daha sonra meslekdaşların birbirine yönelik şikayet başvuruları ve ardından Sağlık Bakanlığı, hastaneler ve kamu kurumlarının şikayetleri gelmektedir. Yakınma başvurularının onaysız çalışma, hastaya kötü muamele, deontoloji tüzüğüne aykırılık, malpraktis ve meslekdaşa kötü muamele başlıkları altında toplandığı belirlenmiştir. “Hastaya kötü muamele” ile kastedilen örnekler; askerle çatışmış siyasi tutukluya tıbbi hizmet vermemek, hastayı görmeksizin başkalarının yazılı başvurularına dayanarak teşhis koymak… gibi olaylar yer almıştır. Meslek içi kötü davranış örnekleri arasında bu çalışmada saptanan soruşturma konuları; “hemşireye ve meslekdaşa tokat atmak”, “meslekdaş camiası içinde aşağılayıcı davranışlarda bulunmak”… gibi örneklerdir. Malpraktis başlığı altında; “sünnet sonucu sakat kalan çocuk”, “ultrasonografik incelemede kalp sesleri saptanmasına karşın ölü doğan bebek”… benzeri dosyalar bulunmaktadır. TDN’ ye aykırılık başlığı altında da “muayenehanede ilaç satışı”, “yapılmayan tetkiklerin yapıldı gösterilerek kamu kurumundan haksız kazanç sağlanması”… gibi örnekler saptanmıştır. Bunun yanında TTB Yüksek Onur Kurulu dosyalarının incelenmesiyle 1999’ da yayınlanan bir çalışmada, yıllara göre hekim sayısındaki artışa oranla gelen dosya sayısının oldukça düşük bulunduğu, bu dosyalara konu olan hekimlerin dörtte üçünün uzman hekim olduğu ve çoğunun muayenehanede çalıştığı, en sık görülen olguların da “deontolojiye aykırı davranışlar”, “işyeri hekimliği ile ilgili olgular”, “asgari ücrete uymama”, “bilim dışı aldatıcı nitelikte tanı ve tedavi” ve “yaşama ve sağlığa özen ve saygı göstermemek” olduğu saptanmıştır (7). Civaner bu çalışmasında olguları gruplandırarak incelediğinde en sık “tıbbi etik ihlalleri” ile karşılaşıldığını ve bunların içinde de en çok “hasta hakları
ihlalleri” ile “haksız çıkar” sağlamaya yönelik hekimlere ilişkin dosyaların bulunduğunu belirlemiştir.

İleriye yönelik öneriler

“Herkes dünyayı değiştirmekten söz eder, hiç kimse kendini değiştirmekle başlamaz”

Yukarıda özetlenen tabloya bakınca gördüklerimizi “iyi” ya da “memnunluk verici” olarak tanımlayabilir miyiz ? “Ya karlılık düzeni, ya etik” biçimine dönüşen bir realitenin varlığını her gün hissederek ve aynı zamanda en fazla sağlık hizmeti almayı gerektiren kesimin bu ülkenin en yoksul insanları olduğunu da kesinlikle bilerek, sağlık sistemindeki işlemeyişlerden sıkıntı duyan hastaların karşısına hedef olarak çıkmak zorunda kalarak hekimlik yapmanın ne denli güç olduğu o kadar açık ki! Tıp alanında yaşananların, belirli ilkeleri meslek yaşamında geçerli ve uygulanır kılabilmek ve bunu denetleyebilmek…adına benzerlerini öteki meslekler için de yaklaşık biçimde bulacağımızı tahmin edebiliriz. Ancak bir başka açı; bizlere bu ülkede “manzara- i umumi” nin çok daha kötü olduğu öyle dönemlerin de yaşanmış olduğunu hatırlatıyor ki, böylece umutsuzluğa kapılmamızı engelliyor. Şu an içinde bulunduğumuz tabloyu daha olumlu bir yöne çekebilmek adına çıkış yollarının tümüyle kapalı olmadığını kendi bakış açımızdan söyleyebiliriz. Hekimlerin var olan özlük haklarının iyileştirilmesiyle, çalışma koşullarının düzeltilmesiyle, uygulamaların daha göz önünde olacağı, toplumsal sorumluluğumuzun giderek daha da sorgulanacağı, ama her durumda hekimlerin bu mesleği yapıyor olmaktan dolayı memnuniyet duyacağı bir ufka yelken açmamızın zorunlu olduğu görülüyor. Tıbbın gelişmeye dönük yapısı ve teknoloji aktarımının çok yoğun yaşanıyor olması, yakın zamanlarda “bilim kurgu” gibi algıladığımız olayların bir “realite” olarak karşımıza çıkması gibi nedenlerle; “tıbbın etik açıdan sorgulanması” kendine çok gereksinim duyulan bir konudur. Ulusal düzeyde bir etik danışma kurulunun oluşturulması üst politikalar oluşturabilmek için gerekli